Nebevî miras: ‘Hayretimi artır Allah’ım..’

Nebevî miras: ‘Hayretimi artır Allah’ım..’

Peygamber Efendimizin (asm) her duası bir emanettir bizim dudaklarımıza. Gönül dünyamıza bıraktığı eşsiz bir mirastır. Her biri bir yol haritası, bir anlamlandırma kılavuzu mahiyetindedir bizler için. O’nun (asm) dualarından öğreniriz neyi ve nasıl isteyeceğimizi. Dahası neyin istenilmeye, talep edilmeye layık olduğunu.

Bu açıdan bakıldığında her bir nebevî dua bizleri farklı iklimlere, farklı manalara ulaştırır. İşte böyle bir duadır O’nun (asm) ‘Hayretimi artır Allah’ım..’ şeklindeki duası.

Bu öylesine sade, bir o kadar da derin bir taleptir ki. Anlaşılan o ki, hayret, zaman zaman azalan, fakat kendi dünyamız için istenilmesi gereken bir hedeftir.

Evet insan hayreti nispetinde insan kalacak ve varlığını varlıkla bütünleştirebilecektir. Zaten insan düşünme yetisinden dolayı hayret edebilen varlıktır ve bu onu diğer mahlukattan ayıran en önemli özelliğidir. Rabbini tanımak, ona iman ve ibadet etmek üzere var edilen insanı yine bu ulvi gayeyeye ulaştıracak olan bir sırdır hayret.

Çünkü hayreti artıkça insanın hayranlığı da artacaktır. Artıkça hayranlığı tanımak isteyecek bu hayretler yumağı olan varlığı var eden zatı. Zaten tanıdıkça sevecek ve dolayısıyla ibadet ve kullukla mukabele etmekten alıkoyamayacak kendisini. Demek ki nebevi talebin ardında yaratılış gayemize yaklaşmak derdi yatmaktadır.

Hal böyle iken, hız ve haz peşinde koşan insan hayret etme zenginliğinden mahrum kalabilmektedir. Hayatın akışı içerisinde koşturan beden, hayatın içindeki incelikleri sezemeyen kalp ve göremeyen göz körelmeye yüz tutar, hayret edilesi işlerden habersiz olarak.

Oysa ki insan hayretle müşahede etmek, düşünmek ve alemdeki sanat eserlerinin kıymetini takdir etmek için yaratılmıştır. Güneşin doğuşuna, arının bal yapışına, kendisinin bir damla sudan terbiye edilişine, kuru topraktan nazik beslenişine ve sayısız bu minvaldeki manzaralara karşı hayretler içerisinde olması gerekirdi.

Ancak gaflet döşeğinde, ülfet perdesi altında gizlenmektedir tüm harikalar. Güneşin her gün doğuşu ‘sıradanlık’ olmaktan öteye gidemiyordur. Çünkü aksini bilmiyor insan. Çeşit çeşit kokularda, şekillerde ve tatlarda var edilen ve önümüze bir sofra gibi serilen lezzetli meyveler ve sebzeler hep o kuru topraktan geliyordur. Kuru topraktan, bir odundan nazik beslenme bile ‘sıradan’ ve ‘olağan’ bir haldir sadece.

Bu gaflet ve ülfet perdesini yırtmak da tefekkür ile mümkün olacaktır. Biz marifetullahta derinleşmekte tefekkürümüzü olabildiğince geliştirmeli ve hayret makamında bir tefekküre ulaşmalıyız. Böylesi bir tefekkürde hem enfüste, hem âfakta çıkacağımız tefekkür seyahatlerinde mânâ-i harfi ile, yani görünen sanatı, sanatkarı ile ilişkilendirerek ilerlediğimizde, alemimize yeni manalar kazandıracak ve varlığımızı daha kıymetli hale getirmiş olacağız. Eşyanın üzerine serdiğimiz ‘sıradanlık’ perdesinin altındakilere mütehayyir bir seyirci olarak hayretten hayrete düşeceğiz. Muhatap olduğumuz tüm varlık, başımıza gelen her olay, iç alemimizde meydana gelen her değişiklik, maddi varlığımıza her nazar bir adım daha yaklaştıracak bizi hayret edilecek sanat, kudret ve hikmet sahibi olan o zata.

Bu tefekkürümüz, bir çocuğun dünyayı tanımaya çalışmasına benzeyecektir. Tüm önkabullerden sıyrılıp, normal diye bakmadan, her şeyi ilk kez görüyor, ilk kez dokunuyor, ilk kez fikrediyor gibi saf, şartlanmadan ve merakla. Bu nazar ile bakılamazsa her şey yine ülfet perdesi altında gizlenecek ve bizler malumu ilim telakki etmekten öte geçemeyeceğiz.

Hüseyin Tuğrul

Ayasofya No 61